Kana kan, dişe diş - SAVAŞ
Bir hikâyenin içinde yaşamak... Bunun için izlediğimiz onlarca filim... Okuduğumuz yüzlerce kitap... Girmek istediğimiz sayısız macera ve meşhur hikâye yazarı Mustafa Kutlu’nun sözleri çakıyor beynimde; “Dijital aletlerden binlerce çiçek adı, görüntüsü edinip ezberliyoruz. Ama kırlara çıkıp bir çiçek koklamadan geçiyor ömrümüz.” Hakikaten öyle.
Şimdi de ben size diyorum ki kitaplardan, filmlerden yüzlerce hikâye dinleyip belki de kendimizi ya da hayalimizdeki bizi aramaktan usanmadık mı? Gelin kendi hikâyemizi yazalım. Gelin gelecekte filimler, kitaplar bizi yazsın. Gelin kendi hikâyemiz olalım. 15 Temmuz’da olduğu gibi… Çünkü onlar başladıklarını bitirmeden durmayacaklar. O zaman kapımıza getirdikleri savaşı, gelin liderimiz öncülüğünde kapılarına götürelim. Her yazımda olduğu gibi bu yazıda da sizinle tarihe yolculuk yapmak istiyorum. Devletimizin ne kadar kadim olduğunu, kimleri nasıl yönlendirdiğimizi, tarihte çok küçük bir detay ile günümüzü nasıl şekillendirdiğimizi bilin. Özellikle bu aralar adını çok fazla duyduğumuz Alman İstihbarat Teşkilatı olan BND’nin köklerinin nereden geldiğini anlatacağım.
İkinci dünya savaşı sırasında kurulduğu iddia edilen BND’nin akıl hocası Yahudilerin finanse ettiği Wikipedia’nın yazdığı gibi Güney Almanya İstihbarat birimleri ya da Gestapo değildir. Gestapo’nun da Güney Almanya İstihbarat birimlerinin de bir geçmişi vardır. Bunu öğrenmek için ikinci dünya savaşından bir öncekine geçmek gerekir. Hani Osmanlı Devleti’nin Almanya ile ittifak yapmak zorunda kaldığı savaş var ya; işte dananın kuyruğunun koptuğu o zamanlara. Önce Almanya’ya sonra da bütün dünyaya taktiksel istihbaratın ve karşı istihbaratın ne olduğunu öğrettiğimiz zamanlar. İngilizlerin Hindistan’ı işgal etme girişiminin olduğu yıllar Osmanlı-Alman ittifakı bölgeye müdahale etme planı yapar. Osmanlı’nın başında Sultan Reşat, Almanya ve Prusya Krallıklarının başında da 2. Wilhelm vardır. Durum çok ciddidir. Hindistan-Pakistan işgali demek Osmanlı Devleti’nin Doğu ile bütün irtibatının kopması ve Batı tarafından tamamen kuşatılması demektir. Yani içerideki hainlerin hayal ettiği içine kapanık bir Türk devleti demektir. Yani 100 yıl boyunca bize reva gördükleri Türkiye’dir. Yani 100 yıl sonra El-Bâb harekâtı ile kırdığımız esaret zincirine atmaya çalıştıkları ilk düğümdür. Almanlar bölgeye binlerce asker gönderileceğini düşünürler. Ancak Osmanlı Devleti Almanlardan sadece birkaç tane şehbender istemiştir. O zamanın tabiri ile konsolostur şehbender. Ancak o vaktin şehbenderleri birkaç dil bilen, elçilik vazifesi yapabilecek, toplumun en küçük kesiminden en muteber makamlarına kadar herkes ile farklı bir dil, kültür ve algı ile konuşabilen çok yetenekli insanlardır. Almanya birkaç şehbender gönderir Osmanlı Devletine. Osmanlı Devleti’nden Ağa Muhammed, Habib Hoca, Ahmet Hamdi Efendi, Hüseyin Hasib Efendi, Hüseyin Kâmil Efendi ve Halil Halidi gibi yetenekli isimler Almanların gönderdikleri şehbenderleri de yanlarına alarak Belucistan, Veziristan, Svat vadisi ve Afganistan’a doğru yol alırlar. Ellerinde Enver Paşa’nın meşhur mektubu vardır. Bu mektup tam olarak şöyle der: “Hindistan’da vakit isyan vaktidir. İngilizlerin dükkânları talan edilmeli, silahlarına el konulmalı ve onlar bu silahlarla öldürülmelidir. Hintlilerin sayısı 320 milyondur. İngilizler ise yalnızca 200.000'dir. Onlar katledilmelidirler. Orduları yoktur. Süveyş Kanalı bir süre sonra Türkler tarafından kapatılacaktır. Ülkesini ve doğduğu toprakları kurtarmak için ölen kişi sonsuza dek yaşayacaktır. Hindular ve Müslümanlar, sizler hem ordunun askerlerisiniz ve hem de kardeşsiniz ve bu aşağılık İngilizler sizin düşmanınızdır. Cihat ilan ederek gazi olmalısınız ve kardeşlerinizle birleşerek İngilizleri öldürmeli ve Hindistan'ı kurtarmalısınız.” İşte Enver Paşa’nın bu mektubu sadece Hindistan değil, bütün Orta Asya’da yankılanır. Hindikuş dağlarından, Gat dağlarına, Narmada’dan Doğu Türkistan’a, Fergana vadisinden Süveyşe kadar gök kubbe bizimledir artık. Propagandanın gücünü gören Alman şehbenderler şaşkındırlar. Ancak Kral 2. Wilhelm’in kesin emri ile olan biteni tek tek not almaktadırlar. Alman kralı 2. Wilhelm, Osmanlı İmparatorluğunun başında Sultan Reşat olsa da Teşkilatı Mahsusa’nın hâlâ Abdülhamid aklı ile yönetildiğini çok iyi bilmektedir. Ve Almanya’da buna benzer bir teşkilat kurmak istemektedir. Bu yüzden şehbenderlerini çok dikkatli seçmiştir. Sultan Abdülhamid Hânı çok iyi tanımıştır Wilhelm. Ondan öğreneceği çok şey olduğunu şu sözlerle itiraf etmiştir : “Fransız kralı ile görüştüm, benden aşağı buldum. Japon imparatoru ile görüştüm, basit buldum. İngiliz kralı ile görüştüm, kendi ayarımda buldum. Ne zaman ki, Osmanlı Sultanı Abdülhamid Han ile görüştüm; O’nun heybeti, zekâsı ve nezaketi karşısında beni bir titreme aldı.”
Bu olaydan sonra Alman İmparatorluğu, Teşkilatı Mahsusa’yı kopyalamaya çalışmış ve Teşkilatı Mahsusa resmi olarak varlığına son verince 2. Dünya savaşına kadar; sonrasında Gestapolara devşirilecek olan küçük istihbarat birimleri ile ayakta kalmaya çalışmıştır. İkinci dünya savaşında ise hem Gestapoların hem de Güney Almanya İstihbarat biriminin bir araya gelmesi ile BND Alman İstihbarat Teşkilatına yön vermişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra İstihbarat Teşkilatımız yurt dışı faaliyetlerini, Counter-Intelligence yâni karşı istihbarat faaliyetlerini durdurup kendi milletini fişlemeye başlayınca hem kendi yeteneklerimizi unuttuk hem de bizden istihbaratı öğrenenler karşı istihbarat faaliyetleri ile bunu çok ileri seviyeye götürdüler. Bunlar tarih dersi değil kardeşlerim. Bunlar tarihe düştüğümüz muhteşem kayıtlar. Kanımızla, canımızla, zekâmızla, devletimizle tarihe zembil gibi vurduğumuz damgalar. Ders kitaplarında yazması gerekenler. Uygulamalı olarak çocuklarımıza hicret ile beraber öğretmemiz gerekenler. Türk milletinin göçebe kolonisi değil, aslında arı kolonisi olduğunu artık bilmemiz ve çocuklarımıza öğretmemiz lazım. Bizi göçebe olarak aşağılayanlar aslında bize medeniyet kurmamış toplum sıfatı yakıştırma çabasındalar. Oysa bizler arı kolonileriyiz. Gittiğimiz her yere polenleri taşırız. O polenler medeniyettir, kültürdür, ahlaktır, stratejidir, fedakârlıktır, vatanseverliktir. Bunu yaymanın bedeli savaşsa savaşırız, kansa dökeriz, cansa veririz. Malazgirt şahittir. Varna şahittir. İstanbul’un ihtiyar surları şahittir. Viyana’nın kapıları şahittir. 15 Temmuz şehitler köprüsü şahittir. Bilim der ki “Ne zamanki arı kolonileri yok olmaya başlar, o zaman dünya yok olmanın eşiğine gelir, kıyamet yakındır.” Ben de diyorum ki “Ne zaman Türkler arı olmaktan vazgeçerse, o zaman dünyada adalet yok olmanın eşiğine gelir, o zaman işgal yakındır, o zaman dünyanın her yeri Kerbela, her yeri Suriye, her yeri Irak olacaktır.” Tam 100 yıl boyunca durdu bu arı kolonileri. Orta Asya’dan Afrika’ya kadar mazlumların çığlıkları toprağa gömüldü. O toprakta büyüyen çiçekler bu hikâyeleri anlatamadı kimseye. Çünkü bu hikâyeleri diyardan diyara taşıyacak olan Türkler sindirilmişti. İçeride darbe ile ihanet ile uğraşıyordu. Şimdi o arılar özgür. O arıların ilk kurduğu koloni El-Bâb’da. İkinci koloninin sesi Katar’dan geliyor. Üçüncüsü Somali’den.
Kardeşlerim. Denizdeki dalgaları düşünün. Küçük bir sahilden okyanusa açılırken en yüksek dalgayı yenemediğiniz müddetçe engin sulara ulaşamazsınız. Önümüzdeki dalga ise en büyüğü... Dünya, her defasında büyüyen dalgaları milleti ile beraber alt eden Başkomutan Erdoğan’ın son yürüyüşünü izleyecek. Hazır mısınız? İzleyici olarak değil, sıcak savaşın içinde, tıpkı 15 Temmuz’da olduğu gibi. Kurşunların vızıltısı kulaklarınızda, şehadetin kokusu bir metre uzağınızda. Tekrar mı geliyorlar Bisimit? Ne zaman ki yok edilirler, o zaman durur bu saldırı. Ne zaman ki sur üflenir, o zaman kaçacak delik ararlar. Ne zaman ki birlik oluruz, o zamandır Gargat ağaçlarının arkasına saklanacakları vakit…
Gezi olayları ile başlayan ekonomik saldırılar, Hendek savaşı ile devam eden fiziksel güç testi, başarısız bir işgal-vâri darbe girişimi, El-Bâb operasyonu ve önümüzde son iç kargaşa ile tetiklemeye çalıştıkları ekonomik savaş; yani gezinin kaos, kargaşa ve iç savaş ile güncellenmiş bir üst versiyonu… Mısır’ın firavunları, Suriye’nin vampirleri ile dolu bir Türkiye hayali kuran fâsıklar ve karşısında sizler, bizler, Türk Milleti… Kürt olan alınmasın, Çerkez olan alınmasın. Laz olan, Vatansever olup da Ermeni olan dâhi alınmasın. Bu yazıyı kaleme alan Bisimit olarak söylüyorum, ben de Kürdüm ama bu toprağın ekmeği ile büyüyen, bu toprağın suyu ile yıkanan, bu bayrağın aşkı ile yanan her ruh bu coğrafyada Türk ismi ile anılmaktan, asimile olmaktan korkmasın. Bu bir şereftir. Bu şeref Allah’tan bir hediyedir. Bu sözlerimin delilini soranlar İstanbul’un fethine baksın. Delil arayanlar Malazgirt’e baksın. Delil arayanlar Türkiye’siz kalmış coğrafyalarda inim inim adalet diye inleyen yetimlerin gözyaşlarına baksın.
Hendek savaşında içeride binlerce hain olmasına rağmen gücümüzü test etmeye kalkanlar aslında işgal planı yapıyorlardı. Ancak Hendek zaferi Türkiye ile reel anlamda bir savaşın kesinlikle kazanılamayacağını öğretti kâfirlere. Bir sürü hâin komutanın yanlış yönlendirdiği operasyonlar yüzünden verdiğimiz onlarca şehide rağmen geldi zafer. Bu yüzden darbe girişimi ile şanslarını denemek zorunda kaldılar. Çaresizdiler. Gezi gibi, Hendek gibi, 15 Temmuz da ellerinde patladı. Her dalga sonrası millet daha da kenetlendi. Açık sular daha bir görünür oldu. Sınır ötesi operasyonu öncesi bize destek veren Batı, aslında bu operasyonlarda başarısız olup tıpkı Amerika gibi, İran gibi Ortadoğu bataklığına saplanacağımızı düşünüyordu. Bu yüzden operasyon öncesi oraya girişimiz alkışlandı. Bizi Suriye’de yiyecekler, zayıflatacaklar ve içerideki planlarını uygulamaya koyacaklardı. Ancak Türk ordusu ilerledikçe sesler yükselmeye başladı. Daeş yenildikçe Suriye’nin bağımsızlığı tartışılır oldu. Daeş ile beraber haçlı tohumu YPG’yi vurdukça; 6 yıldır ırzına geçmeyen tek ülkenin kalmadığı Suriye’nin toprak bütünlüğü, Türkiye Suriye’ye girdiği zaman geldi akıllarına. Bu plan da çöktü. Bir dalga daha atlatıldı. Şimdi açık sularda özgürlüğümüzü ilan etmeye ramak kala. Son bir kavgamız var, son bir zafer. Elimizde hiçbir şey yokken ve binlerce haine rağmen kazandığımız onlarca savaştan sonra, ellerindeki son kozu oynayacaklar.
Ölmekten veya ağır imtihanlardan geçmekten sadece mukallit iman sahipleri korkar. Ey tek korkusu son nefeste iman kaygısı olanlar. Muhatabım sizlersiniz. Bunun dışında olanlar şimdiden kapıyı dışarıdan kapatsınlar. Yeni 100 yılın Ortadoğu haritasını anlatacağım. Ortadoğu'daki gelişmeleri Büyük İsrail hayali olmaksızın okumak bulmacayı hep eksik kılacak. Planın son aşamasına geldiler. Biz de kendi planımızın son aşamasındayız. Büyük İsrail mi büyük Türkiye mi sorusunun cevabını kanımızla, canımızla vereceğimizi 15 Temmuz’da görenlerin son çırpınışı. İlk mesaj 250 şehit ile beraber gönderildi. “Biz belki şehit olacağız ama siz de galip gelemeyeceksiniz…” aforizması ete kemiğe bürünerek adeta bir çığlık oldu. Bu çığlık tam 1 yıldır kulaklarında çınlıyor kâfirlerin.
Büyük İsrail projesini biliyorsunuz. Nil'den Fırat'a kadar olan bölgede kurulacak Büyük İsrail devleti hayali... Suriye yanarken, Irak yanarken, Mısır yanarken, Türkiye’yi ateşe verenler nedense medyada görünmez oldular. Ortadoğu’yu cehenneme çeviren İsrail’den ses çıkmaz oldu. Sürekli bir Filistin sorunundan bahsediyoruz. Sanki İsrail bir tek Gazze’yi yakıyormuş gibi. Sanki Suriye’de, Irak’ta, Türkiye’de olan bitenin İsrail ile alakası yokmuş gibi. Şimdi sıkı durun. İsrail, Mısır ile anlaştı. Filistin ve Nil nehri arasında kalan Sina çölünün kuzey doğusunu İsrail Mısır’dan satın aldı. Bu bölgede şehirler kurulacak. Şehirler kurulması için altyapı ve yeşillendirme çalışmalarını Suud finanse ediyor. Suud ve İsrail Filistin’e kuyu kazıyorlar. Bu plana göre Gazze şeridinde kalan Filistinliler Sina'ya doğru göçe zorlanacak ve buradaki şehirlere yerleştirilecek. Filistinlilerin yerleştirildiği bu bölge için Birleşmiş Milletler ile kayıt dışı görüşmeler yapıldı. Bu bölgenin koruması Birleşmiş Milletler kontrolünde olacak. Nil Nehri'nin doğusunda ise İsrail birlikleri olacak. Yâni İsrail "Büyük İsrail" projesinin güney ayağını oturtmuş olacak. Sıra geldi kuzeye! Kuzey'de ise bunu başarması için Suriye'nin kuzeyinde İsrail'e bağlı otonom bir komünal Kürdistan şartı var. PKK'nın Suriye kolu PYD ve YPG'ye yapılan yığınaklar bu bölgenin ÖSO'dan kurtarılması ve savunulması için… Peki, kime karşı? Karşılarında Türkiye'den başka duran hiçbir ülke yok. Rusya'nın Suriye'deki varlığı İsrail'in emri iledir. Tiyatroya aldanmayın. Şu anda Şam'ın güneyinde Dara bölgesinde saldırılar arttı. Güneyde bu bölgeyi, daha sonra Kuzeyde de İdlib'i almayı kafaya koydular. Suriye’nin güneyindeki mücahitleri ise Kuveyt üzerinden Katar finanse ediyor. Zalimler yine bir taşla bir kaç kuş vurma peşindeler. Katar'ın muhaliflere desteğini kesmesi için yaptıkları hamle de bu yüzden. Bu hamle ile Suriye'nin güneyini düşürmek istiyorlar. Suriye'nin kuzeyini ÖSO'da tutan ise Türkiye. Katar operasyonu başarılı olursa ikinci aşama Türkiye'ye saldırı ve Suriye’nin kuzeyini ele geçirme operasyonu. Bu bir din savaşıdır. İsrail Ortadoğu satrancının köşede bekletilen sessiz şâhıdır. Türkiye ise savaşarak o şaha yaklaşan rakip şah. Bir an önce Suriye’nin kuzey batısında Afrin'i, Fırat çevresinde de Menbiç'i özgürleştirip bu planı deforme edeceğiz. Yeni bir oyun kuracaklar. Yeniden saldıracaklar. Yeniden bozacağız. Hâbil’den Kerbela ’ya, Malazgirt’ten Kosova’ya ve 15 Temmuz’dan kıyamete kadar. Her zaman karşılarında bu ruh ile kaynamış bu milleti bulacaklar. Ya Allah Bismillah Allahuekber çığlıkları arzı da arşı da titretecek. Ve evet, Başkomutanın dediği gibi cihat meydanları pehlivansız kalmayacak. Hazreti Musa’nın “zalimlerle savaşın” emrine biat etmekten kaçan değil Başkomutanına “Artık zalimlere hadlerini bildirelim” diyen bir millet var. İşte Musa’ya isyan eden ve savaştan kaçan o millet ile liderine zalimlerin karşısına çıkmak için baskı kuran bu millet bir gün karşı karşıya gelecekler. O zalimlerin saklanacağı millet bu millet, o zalimlerin korktuğu devlet bu devlet… Küçük bir provaydı şahitlik ettikleri. Korkusuzca, çıplak elleri ile işgalcilerin tanklarını, silahlarını ele geçiren yiğitlerin resmi geçişine şahitlik ettiler. “O yiğitlerin ellerinde silah olduğu zaman ne olacak kâbusu” uyutmuyor hiçbirini. 15 Temmuz’dan beri uyumayan bir tek biz miyiz sanıyorsunuz? Bizden daha temkinliler. Daha uykusuzlar. Daha hırçınlar. Büyük İsrail ile ilgili planı anlatmaya devam ediyorum. İsrail’in güneyini Sina çölü ile kuzeyini de Suriye ile güvene aldıktan sonra Doğu ve Batı kalıyor geriye. Büyük İsrail projesinin batısında Kıbrıs, doğusunda ise Irak mevcut… İkisi de su anda boşuna yanmıyor! Kıbrıs’ta dönen birleşme oyunlarının arkasında da bu plan var. Yetmiyor Kuzey Kıbrıs’ta Türk topraklarını satın alıyorlar. Devletimiz onlarla onların oyunları içerisinde dalga geçiyor. Hiç kimsenin zerre şüphesi olmasın. Hiçbir olay birbirinden bağımsız değil. Devletimiz Kuzey Kıbrıs’ı Kuzey Kıbrıs’a bile bırakmayacak. Bu süreç bittikten sonra Kıbrıs için yeni bir girişim olacak. Kuzey Kıbrıs sadece Türk toprağı değil aynı zamanda Türkiye toprağı. Irak ise bölünmenin eşiğinde... Asıl kıyametin beklendiği yer. Suriye'nin kuzeyini kazanan burayı da kazanacak! Kuzey Irak yakında bağımsızlık referandumuna gidecek. Uzatmaya gerek yok. Barzani kiminse Kuzey Irak onundur! Hepimiz Barzani ailesinin İsrail, İngiltere ve Türkiye ile ilişkisini çok iyi biliyoruz. Üç ülke ile de denge siyasetindeler! Lakin vakit dananın kuyruğunun kopacağı vakte geldiğinde Barzani bir seçim yapmak zorunda kalacak. Ya kendisini sömürmeye devam edecek İngiltere ve İsrail himayesinde kalacak ya da ruhlarını Allah’a satıp Osmanlı’nın emaneti olan bu topraklara ilhak olacaklar. Her şey referandumdan sonra netleşecek. Her şey Suriye’den sonra netleşecek. Her şey bizimle beraber netleşecek. Suriye'den güçlü çakarsak, Katar ve Kuveyt Suriye'nin güneyinde ÖSO'ya finansal destek vermeye devam ederse Kuzey Irak da bizim, Kuzey Suriye de. Buralarda ÖSO'yu ve ÖSO'nun elinde kalan bölgeleri kaybedersek ibre Büyük İsrail projesine dönecek. Aynı şeyi düşündüğünüzü biliyorum. Bizi dışarıdaki düşmanlar asla korkutmuyor. Korkutamaz… Hepsi gelse ne olacak? Hangisinin kara ordusu var? Savaş dediğin yukarıdan bomba atmaktan ibaret olsa ABD, Rusya ve diğer çapulcu sürüleri Afganistan’dan Mısır’a kadar olan bütün bölgeleri kontrol altına almaz mıydı? Piyadenin ayak basmadığı yer fethedilmemiş demektir. Piyadesi ile ülke fethedecek, toprak alacak tek ülke de Türkiye’dir. Bu bir hamaset değildir. Varsa başka örneği göstersinler.
Amerika’nın özellikle Ortadoğu’da bazı ihaleleri Rusya’ya bıraktığından bahsetmiştim. Burada bir güç savaşı yok, burada bir paylaşım var. İki ülkenin de amacı büyük İsrail için zemin hazırlayıp karşılarında durabilecek olan tek gücü diskalifiye etmek. Hendek savaşında kullandıkları vekil orduları perişan oldu. El-Bâb’da kullandıkları ikinci vekil orduları perişan oldu. Güneydoğuda hendeklerden aldığımız savaşı Suriye’ye taşıdık. 15 Temmuz’da durdurduğumuz tankları Suriye’ye gönderdik. Yakında Irak’ta da ortalık karışacak. Bütün hesapların yapıldığı bu dönemde Türkiye’yi ne olursa olsun meşgul etmek zorundalar. İçerideki hainler bunun için birleştiler. Kurdukları tuzakla bizi iç kargaşaya, ekonomik sıkıntıya maruz bırakmak istiyorlar. Biz bunlarla uğraşırken Suriye’de, Irak’ta, Kıbrıs’ta kurmak istedikleri düzenin altyapısını hazırlamak istiyorlar. Ancak liderinizi iyi izleyin. Ne Suriye’den, ne Irak’tan, ne Kıbrıs’tan, ne de diğer ülkelerde kurulan Türk askeri üslerinden vazgeçmiyor. Katar’ı tehdit ederek askeri üssümüzü kapatmaya çalışan haçlı ittifakına Türkiye’nin cevabı daha fazla asker göndermek oldu. Haçlı ittifakının ikinci planı Türkiye kendi iç meseleleri ile uğraşırken, dikkatini Katar’a yöneltmişken Türkiye’nin Somali’deki askeri üssünü Eş-Şebab terör örgütünü kullanarak basmak ve katliam yapmaktı. Ancak Türkiye bu süreçte Somali’deki askeri üssümüze takviye ekipler gönderdi. En son geçen hafta yüklü bir mühimmat sevkiyatı daha gerçekleşti. Somali üssümüzde üst düzey alarm verildi. Türkiye ayrıca Somali’nin ordusu ile iletişime geçerek Somali ordusunun eğitimine hız verilmesi gerektiği ve askeri üssümüz ile sadece birkaç yüz kilometre ileride olan Eş-Şebab terör örgütünün birlikleri arasında birkaç tampon bölge kurulması için istişarelerde bulundu. Kardeşlerim. Bu bir satranç oyunu… Kaç hamle ötesini düşünürsen o kadar çok kazanma şansın var. Türkiye’yi içerideki hainlerle meşgul edip dışarıyı unutacağımızı sananlar son 10 yıldır hep yanıldılar ve bundan sonra da yanılmaya devam edecekler. Abdülhamid Han’ın zekâsına methiyeler dizenler şimdi suskun. Ama yıllar sonra yakın tarih sadece Türkiye’ye değil, dünya siyasetine de yön veren liderimizi konuşacak. Kardeşlerim... Abdülhamid Han kalktı ve savaşıyor demek istiyorum. Bağırmak istiyorum. Sizler de benim gibi görüyorsunuz biliyorum. Etrafı düştüğü zaman elinden tutacak bürokrasi yerine akbabalar gibi saldıracak hainlerle çevrili de olsa Erdoğan ufka bakıyor. Her baktığı yerde milleti görüyor. Bu destek de olmasa uğruna savaşacak hiçbir şey olmazdı. Rabbin rızası da olmasa ne gerek vardı bu kılıcı kınından çıkarmaya. Erdoğan bilmiyor mu Amerika, İsrail, İngiltere ile barışı sağlayıp krallar gibi yaşamayı? Erdoğan bilmiyor mu Sisi gibi toprak satmayı? Erdoğan bilmiyor mu savunma sanayiyi dışarıya muhtaç etmeyi? Erdoğan bilmiyor mu silah üretmek yerine ABD’den silah satın almayı? Erdoğan bilmiyor mu petrol kuyuları açmak yerine küresel şirketlerin cebini doldurmayı? Erdoğan bilmiyor mu Türkiye’yi IMF’ye daha fazla muhtaç etmeyi? Kimin için bu savaş? Hem kaç yaşına bastı artık Erdoğan? Neden devam etsin bu mücadeleye her şey kendisi içinse?
Benim korkum ne Haçlı ittifakı ne de içerideki hainler. Benim korkum Erdoğan’ın arkasında duran bu milletin birlik ve beraberliğine farkında olmadan dinamit koyan günümüz âlimleri. Bu meseleye de değinmeden geçmek istemiyorum. Hazreti Peygamberin vefatından sonra bugüne kadar, sahabeler arasındaki ilk tartışmalara bile baktığımızda ayrılıklar, savaşlar, işgaller, katliamlar hep dini tartışmalar sonrasında yaşanmış. Dışarıdan işgaller gelmeden önce dahi Bağdat’ta, Hindistan’da, Endülüs’te önce dini tartışmalar vuku bulmuştur. İslam tarihinde ehli hadislerin fakihleri, fakihlerin ehli hadisleri, tasavvufçuların dâhi tasavvufçuları beğenmediği, eleştirmeye başladığı, kutuplaştırdığı dönemler hep kaybettiğimiz dönemler olmuş. Bu tartışma günümüzde ise gelenekçi ve modernist kavgasına dönüşmüş durumda. Kendi iddialarına göre geleneğe sahip çıkanlar, yine kendi iddialarına göre Kur’an’ı modern olarak yorumlamaya çalışanlar. Ey kardeşim, İslam şöyle bir kaide koyuyor. Dinin aslını reddetmedikçe, imanın şartlarını reddetmediğin müddetçe, o şartlara inandığında o şartlara getirdiğin yorumlama seni kâfir etmez. İmanın şartlarını inkâr eden, İslâm’ın yani Müslüman olarak yaşamanın şartlarını inkâr edersen küfre girersin. Namazı inkâr edersen, orucu inkâr edersen, zekât yoktur, yalandır dersen küfre girersin.
Bakın isim vererek söylüyorum. İslamoğlu-Cüppeli kavgası, Ebubekir Sifil- Caner Taslaman kavgası… O cemaat ya da bu cemaat tartışması… Siz bunları tarihte ilk defa mı oluyor sanıyorsunuz? Bu oyunun eski versiyonlarını Hindistan’da gördük, Endülüs’te gördük, Bağdat’ta gördük. Ebubekir Sifil Hoca’ya da, Caner Taslaman Hoca’ya da soruyorum; Allah rızası için söyleyin; canlı yayına çıkıp bu milletin önünde neyi tartışacaksınız? Bu millete hakkı mı anlatacaksınız yoksa kimin daha iyi olduğunu mu göstereceksiniz? Kardeşlerim Bağdat Moğollar tarafından işgal edildiği zaman Bağdat uleması neyi tartışıyordu biliyor musunuz? Bağdat uleması halkı nasıl ikiye bölmüştü biliyor musunuz? Uçan haşeratın, sivrisineğin insandan emdiği kan abdesti bozar mı yoksa bozmaz mı? İşte bu soru yüzünden Bağdat birbirine girdiği zaman Moğollar Bağdat’ı yakıp yıktılar. Amerika, Avrupa, Rusya, Çin ve içerideki hainler tarafından kuşatıldığımız bugünlerde âlimlerimizden beklenen toplumu birleştirmekken, onlar canlı yayınlara çıkıp taraftarları birbirine karşı fıkıh, tasavvuf, hadis, kuran üzerinden kışkırtıyor. Hâlbuki kardeşlerim cemaatler ne için vardı? Cemaatler dini ve hayatı tıpkı Kur’an gibi, Hadis gibi, Fıkıh gibi, Tasavvuf gibi kolaylaştırmak için var olmadı mı? Cemaatler bunu unutmaya başladılar. Irak’ta 1,5 milyon kadın tecavüze uğradı. Irak’ta milyonlarca yetim dünyanın dört bir yanına köle olarak satıldı. Filistin’de milyonlarca insan açlıkla boğuşuyor. Afganistan’da insanlar açlıktan dolayı İran’a bir çocuk bağışlamak şartı ile göç etmek zorunda kalıyor. Bizim âlimlerimiz bunları konuşmak yerine tıpkı yüzyıllar önce sivrisinek kanı yüzünden birbirine giren Bağdatlılar gibi canlı yayına çıkıp “kim daha haklı” oyununun parçası oluyorlar. Bu oyunun amacı ülkemizde birleştirici unsur olması gereken cemaatleri ve mensuplarını birbirine düşman ederek ülkeye yapılacak saldırıların etkisini arttırmak ve savunma hattımızı zayıflatmaktır.
Kardeşlerim 9. Yüzyıldan 17. Yüzyıla kadar tam 800 yıl boyunca Hindistan’ı yönetti Müslümanlar. Hem de Müslümanlar nüfusun toplamda 20%’sine bile tekabül etmiyorken! Peki, sonra ne oldu biliyor musunuz? 17. Yüzyılda Hindistan’da daha çok bugünkü Selefileri andıran ehli hadis grupları ile Hanefi ekolünden gelen fakihler birbirine girdiler. Toplum birbirinden o kadar ayrıldı ki Müslümanlar artık birbirine selam vermez oldu. Tarihleri araştırırsanız o yüzyılda İngilizler Hindistan’ı işgal ettiler ve 800 yıllık İslam yönetimine son verdiler.
Kardeşlerim acilen modernist, gelenekçi, ılımlı, radikal kavramlarından kurtulmamız lazım. Burada “ama biz haklıyız” diyen kardeşlerime sesleniyorum. Haklıysan bu ümmet için, bu millet için kendini kurban etmeye var mısın? Fıkıh erbabı olduğunu iddia edenlere sesleniyorum. Fıkıh bir itikat konusu bile değilken siz hangi cüretle fıkhi konular üzerinden bu milleti birbirine düşürüyorsunuz? Kendimde mensubu olduğum tasavvuf ekolüne soruyorum; Tarih’te mutasavvıfların itikadı ya da mezhebi tartışmalara girdiği nerede görülmüş? Tasavvuf demek şeytandan önce dâhi nefsi düşman bilmek değil midir? Peki, nefsin yerine sürekli karşı tarafın ameli, itikadı, mezhebine saldırmak “Nefsi köreltme” düsturunun neresinde var? Başkasını hedefe koyarak Allah’a yakınlaşmak hangi mürşidi kâmilden bize emanet kaldı ki duymadık, işitmedik? Sûfilik sana teslim olan ile iştigal etmektir. Sana teslim olmuş mazlum kalpler ile dertlen, onlarla konuş, onların derdi süfiliğine süfilik katsın. Onların gözyaşı sende yoksa nefsini sorgula… Bunları yapmıyorsan tasavvufla ne işin var bre adam? Düşman edinmek, taraftar toplamak, cemaat kavramı üzerinden şirketleşmek, televizyona çıkıp şov yapmak… Bunların nesi tasavvuf, nesi ehlisünnet, nesi İslam silahşörlüğü? Allah gani gani rahmet eylesin; bir büyüğümüz derdi ki “Evladım dışarıda gördüğün, seni yanlış anlamaya sevk edecek en berbat durumda olan bir kadın ya da erkek suretindeki insana bile ‘belki Hızır aleyhi selamdır’ gözü ile bak ve onun tipini, şeklini ya da ne yapıyorsa fiilini eleştirme, buğuz etme…” İşte tasavvuf budur. Bu düşüncedir. Sahabelerin “Acaba ben münafık mıyım” sorusu ile kendini yiyip bitirdiği dönemden cemaatlerin veya âlimlerin canlı yayınlarda birbirini ezdiği, kendisini cennetlik gördüğü, kendisi dışındaki cemiyet ve grupları cehennemlik gördüğü dönemlere geldik. Bugün en küçük cemaat grubu bile Hz Muhammed (sav) ‘ın yola çıktığı, Kâbe’ye gelerek İslam’ı anlattığı gruptan daha kalabalık. Ama Peygamber döneminde Sahabelerin her biri Mekke’den, Medine’den Çin’e kadar hicret edip, İslâm’ı anlatmak yerine oturduğu yerden “Ben sahabeyim, peygamberi gördüm. Onu anlatmamı isteyen bana gelsin. Ben kimsenin ayağına gitmem” diyerek kendi cemaatini kurmuş olsaydı bugün hiçbirimiz Müslüman bile değildik. Unutma bir avuç sahabe Peygamberden aldığı ders ile bütün dünyayı değiştirdi. Milyonlarca Müslüman ise o birliğe kurşun sıkmak için adeta yarışa girmiş, pespaye, çirkin bir sirkin oyuncuları olmuş. Âlim olduğunu iddia edenlere sesleniyorum. Bu sirki terk edin. Bu milleti birbirine düşürmeyin. Sizin vazifeniz uzman olduğunuz hususları anlatmak. Siz bir öğretmensiniz. Öğretmenlik yapın. Müesseseleriniz birer üniversitedir. Dünya’nın dört bir yanına göndereceğiniz kardeşlerimizi yetiştirin. Kâfire karşı sert olun. Müslümana karşı yumuşak olun. FETÖ’nün en büyük hatasını unutmayın. Kendini dinin merkezine koyan, Mesihlik iddia eden, kâfire merhamet edip kendi cemaatinde olmayan bütün Müslümanları dışlayan FETÖ’nün bu hataları onu da, ona biat edenleri de kahrı perişan etti. Hazreti Allah Râd süresinde buyuruyor: “Şüphesiz ki, bir kavim kendi durumunu değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez. Allah, bir kavme kötülük diledi mi, artık o geri çevrilemez. Onlar için Allah’tan başka hiçbir yardımcı da yoktur.” Yine Allah En’am süresinde buyuruyor “Onlardan (Mekke halkından) önce nice nesilleri helak ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde size vermediğimiz imkân ve iktidarı onlara vermiştik. Onlara bol bol yağmur yağdırmıştık. Topraklarından nehirler akıttık. Sonra da günahları sebebiyle onları helak ettik ve arkalarından başka bir nesil var ettik.”
Efendiler; Devletimiz bunca sıkıntıya rağmen içeride ve dışarıda büyük savaşlar verirken toplumun önder kabul ettiklerinin vazifesi Müslümanları cihada hazırlamak değil midir? Müslümanları birlik olmaya davet etmek değil midir? Müslümanların küçük ayrılıklardan mübari sebeplerini tahfif etmek ve aslında aynı dinin, aynı toprağın, aynı vatanın mensubu, tek Rabbin kulu, aynı Peygamberin ümmeti olduğumuzu aşılamak değil midir? Peki, hangi âlim bunu yapıyor şu anda? Hangi hoca yapıyor? Hangi cemaatimiz bunu yapıyor? Sözlerimi cemaatlere, ehlisünnete, tasavvufa ya da Kur’an’a saldırı olarak algılayacak fitnebaz köpeklerin niyetlerini şimdiden men etmek maksadı ile söylüyorum. Ve yine bu sebepten ötürü kelimelerimi çok dikkatli seçmeye gayret ediyorum. Hiç biri o köpekleşmiş nefsini fitne çıkarmak için zorlamasın. Bütün söylediklerimden kastım günümüzün ayrılık değil, birlik günü olduğudur. Devlete nasıl faydalı olurum sorusunun cemaat ve liderler çerçevesinde cevabıdır. Âlimler ve cemaatler ile ilgili açtığım paragrafı burada kapatıyorum.
Tekrar dünya gündemine dönüyorum. Katar’da, Bahreyn’de, Suud’da, Yemen’de olan bitenleri anlatmıştım. Tekrar etmek istemiyorum. Sosyal medya hesaplarımızdan olan biteni kısa cümlelerle de olsa yorumlama fırsatımız oluyor. Onun için yine bilinmeyenler üzerinden gidiyorum. Suudi Arabistan ve Bahreyn özelinde körfez ülkeleri haçlı ittifakı tarafından Katar üzerinden Türkiye’ye düşman edildi. Burada şunu çok iyi anlamamız lazım. Olası bir İran saldırısında artık Suud’un veya Bahreyn’in arkasında Türkiye’nin durması çok zor. Teknik olarak hâlâ mümkün olsa da psikolojik olarak Türkiye’nin Bahreyn ve Suud özelinde körfez ülkeleri ile bağı koparıldı. Bu operasyonla beraber Suud ve Bahreyn artık himayesiz kaldılar. Bu operasyonu Katar’a çekmeye çalışanlar aslında kendileri tuzağa düştüler. Şimdi Kuzey’de Irak, Güney’de ise Yemen üzerinden gelen bir İran saldırısı ile karşı karşıyalar. Haçlı ittifakı Katar’ı göstererek körfeze öyle bir tuzak kurdu ki çok yakında Suudi Arabistan ve Irak sınırında çatışmalar yaşanırsa hiç şaşırmayın. Suud’un sınıra inşa edeceği hiçbir duvar kurtaramayacak Suud’u. Hicaz bölgesi kuşatma altındayken Suud ailesinin de içi kaynıyor. Haçlının planı Yemen’i ikiye bölerek bir bölümün kotrolünü Suud’a, diğer bölümün kontrolünü de İran’a vermek. İran’ın Hicaz’a yayılım politikasının ilk resmi adımı da böylece atılmış olacak. Ahmaklar anlamıyorlar. Anlamak istemiyorlar. Batı Ortadoğu’da Sünnilerin kendilerine hiçbir zaman biat etmeyeceğini çözdü. Bu yüzden Türkiye ile karşı karşıya geldi. Yoksa Batı Türkiye’den daha iyi müttefik bulabilir mi sanıyorsunuz? 10 yıl önce Türkiye’ye Ortadoğu’yu teslim etmek isteyen Batı, Recep Tayyip Erdoğan’ın gözlerindeki Osmanlı hayalinden korktu. Bu yüzden akıllarındaki Ortadoğu Projesi fesâda battı. Bu yüzden Büyük Ortadoğu Projesi’nin Büyük Türkiye projesi olmasından korktular. Bu yüzden ilk başta sırtını sıvazladıkları Recep Tayyip Erdoğan’ın daha sonra baş düşmanı oldular. Batı’nın anladığını anlamayanların aramızda olmasını bu yüzden hazmedemiyorum.
İçeride olan biteni yorumlamadım. Bunun bir sebebi var. Bu yazıda şimdiye değin yazdıklarımı düşündüğünüzde içeride olan bitenleri, ismini bile anmak istemediğim bir muhalefet liderinin arkasında terör örgütlerinin neden yürüdüğünü, merkez olarak neden İstanbul’u seçtiklerini, bu hareketlerinin Türkiye’ye maddi ve manevi yansımalarını, toplumsal kargaşa ile amaçlanmak istenenleri, suikastlarla süslenebilecek bu kargaşanın Türkiye’yi sürükleyeceği kirli maceraları, secdesi dolara olan iş adamı kılıklı küresel mafyaların Türkiye temsilcilerinin eskisi gibi para üzerinden para kazanma hırslarını; 2023, 2051 ve 2071 hedeflerimizi sekteye uğratmak için giriştikleri bu çabaların ve planların tamamının sonunda mağlup olacağı gerçeğini ve milletini arkasına alan Başkomutan Recep Tayyip Erdoğan’ın içeride yine milleti ile beraber hainleri elimine edip, dışarıda ise şerefli Türk ordusu ile beraber kana kan, dişe diş bir kavga vereceğini artık hepimiz görüyor ve şahitlik ediyoruz. Vallahi tıpkı söylediğim gibi olacak. 15 Temmuz’da yenilenler nasıl ki 15 Temmuz’u Erdoğan planladı dedilerse, şeytana hizmet eden bu yürüyüş de Devletin elini güçlendirdiği zaman yine aynı hainler bu yürüyüşün de Erdoğan’ın planı olduğunu yazacaklar. Hatta bizzat bu yürüyüşe katılanlar bunu söyleyecekler. Evet, zor olacak. Evet, kısa bir süreliğine zafer sarhoşluğu yaşayacaklar ama hiç Devlet yönetmemiş, Devlet nedir bilmeyen bu haşerat Devlet’in ne demek olduğunu bütün bu süreçlerde aslında Devlet’e ve hatta Erdoğan’a hizmet ettiklerini anladıkları zaman öğrenmiş olacaklar. Aklıma darbeden önce İngiliz gazetesi Financial Times’ın köşesine taşıdığı bir makale geldi. Darbe neden yapıldı sorusunun bir cevabı da o makaledeki itiraftı aslında. Financial Times’ın Brüksel muhabiri Alex Barker kızgınlıkla kaleme aldığı köşe yazısında; “Erdoğan bizimle yavru köpeklerle oynadığı gibi oynuyor. Avrupa artık Erdoğan’a boyun eğiyor. Erdoğan’ın ayağına diz çökerek gittik” diyordu. Daha sonra Kıbrıs ve vizeler üzerinden Türkiye’yi tehdit eden muhabir Türkiye’nin sonunun iyi olmayacağını ima ediyordu. Planları başlarına yıkıldı. Allah için savaşan 250 şehit, şeytana hizmet eden 2,5 milyar nüfuslu haçlı ittifakını darmadağın etti.
Kardeşlerim. Eskimiş hikâyeler ortaya çıkıyor. Toprak bize kim olduğumuzu aşikâr etmeye başladı. Arşivler fethettiğimiz diyarların özlemini yüreğimize nakış nakış işliyor. Türkistan’da işkence gören bir mazlumun bakışı Astana’yı delip geçiyor, Bişkek’i delip geçiyor, Duşanbe’yi delip geçiyor, Aşkabat’ı ve Tebriz’i delip geçiyor ve sonunda Ankara’nın soğuk duvarlarına çarpıyor. Sudan’da açlıktan ölen bir yetimin son verdiği nefes fırtına oluyor; o fırtına sadece birkaç yüz kilometre uzakta olan Mekke’de bile dinmiyor, cevabını o kutsal topraklarda bile bulamıyor. Mısır’dan Libya’ya, Lübnan’dan Suriye’ye, Irak’tan Ankara’ya kadar bütün coğrafyayı yakıp yıkıyor. Ankara’da duruyor. Cevap bekliyor. Bizi bekliyor. Kardeşlerim yüreğimde çarpan sizde de çarpıyor mu? Yüreğimi yakan sizi de yakıyor mu? Adını koyamıyorum. Kelimelerin üstesinden gelemeyeceği bir tanımlama bu. Kelimeler ile her şeyi yapamazsınız. Nefes alamazsınız mesela. Bu hissettiklerim nefes alıp vermenin de derinliklerinde çaresizliğe meydan okuyan, kızgın demir ile örselenmiş diriliş muştusu. Yazamıyorum. Sadece hissediyorum. Biliyorum bu duyguydu Ebâ Eyyübel Ensari’yi o yaşta İstanbul surları ile kavga ettiren, bu duyguydu Selahaddin’e Kudüs’ü hediye eden, 15 Temmuz’da size “Ya istiklal, ya ölüm” dedirten bu duyguydu.
Kardeşlerim. Önümüzde Başkomutan Erdoğan ile geri dönemeyeceğimiz bir yoldayız. Türkiye içeriden ve dışarıdan kuşatılmıştır. Bu süreçte takip edeceğimiz tek ses Başkomutan Erdoğan'ın sesidir. Onun dışında ne medyada, ne sosyal medyada ne de reel politikte bizi yönlendirebilecek, bizi provoke edebilecek hiçbir güç yoktur. Arı kovanları tekrar harekete geçmiştir. Bizi yolumuzdan alıkoymak isteyecekler. Bizi sırtımızdan vurmak isteyecekler. Bedir’e girdiğimizde aramızdaki münafıkların bir kısmı saf değiştirecek, bir kısmı harp meydanını terk edecek. Ama zafer bizim olacak. Uhud’a geldiğimizde bir kısmımız emirleri dinlemeyecek ve ihmalkârlık yapacak ama zafer bizim olacak. Hendek’teki gibi Yahudilerin bir kısmı içimizden bilgi taşıyacak, istihbarat hırsızlığı yapacak ama Selmânı Farisiler bizimledir. Rüzgâr bizden yanadır. Malazgirt ovasına vardığımızda Sultan Alparslan’a koşacak Kürt yiğitler yine müminlerin emirinden direktif beklemektedir. Zafer bizim olacak. Miryakefalon’da Anadolu’ya vurduğumuz Türk damgası yüreğimize Kur’an harfleri ile kandan işlenmiştir. Zafer bizim olacak.
Son mazlumun ahını alana, son zalimin kellesi düşene dek; Esselamu Aleykum. Bundan sonra Türkiye’nin selamını alanlarla omuz omuza, bu selama buğuz edenlerle göğüs göğse… Kana kan, dişe diş !
---
Sponsor Bağlantılar
0 Yorum
AK Blog SEO
Read. Think. Exercise (Oku. Düşün. Uygula.)